13 Ocak 2008

-Alıntı-

Ali Murat Güven'in Sinemüslim'deki 05-01-2008 tarihli yazısını sizinle paylaşmak istedim. Haftaya ikinci bölümü de gelecekmiş.

Vazodaki çiçekler ve 'bizimkiler'in zavallı kompleksleri


Meslek hayatım boyunca, mütedeyyin çizgideki yerel yönetimler, dernekler, vakıflar, televizyonlar, radyolar ve özel şirketler tarafından düzenlenen, şimdilerde artık sayısını hatırlayamadığım kadar çok kültürel etkinliğe katılmışlığım ve bunlarda sinema üzerine konuşmalar yapmışlığım söz konusu...
Bugün geriye dönüp baktığımda görüyorum ki, bunların istisnasız hepsi, bana -öyle ya da böyle- mutlaka bir şeyler öğretti, yepyeni dostlar edinmemi sağladı ve farklı farklı konularda sonradan kulağıma küpe olacak türden hayat dersleri verdi. Hele de bu tür konukluklarımdan bazıları var ki onları özellikle, inadına inadına hafızama kazımış durumdayım. Sözgelimi, on yılı aşkın bir süredir İstanbul'un en önemli kültür ve sanat etkinliklerine imza atan resmî kuruluşlardan bir tanesinin, Taksim'deki küçük fakat sevimli bir salonda düzenlediği periyodik sinema sohbetlerinde, "dindar kimlikli bir sinema yazarı" olarak gördüğüm muameleyi ve orada aldığım muhteşem dersi hiç unutmuyorum.

90'lı yılların ortalarıydı. Sözünü ettiğim salondaki sinema konulu etkinliklere, o tarihe kadar herhalde en az bir yirmi kez konuk olmuştum. Bunlar, katılımcı sayısı açısından hiç de fena olmayan, insanların bazılarında yer bulamayıp ayakta izledikleri son derece renkli ve içten söyleşilerdi. Yani, konuşmacı olmam için yapılan her davetin karşılığında, o kapıdan içeri ne zaman girsem, organizatör kuruluşa iki öncelikli beklentisinin karşılığını fazlasıyla veriyordum: Sayısal açıdan tatminkâr bir dinleyici kitlesi ve zengin içerikli bir konuşma…

Gelin görün ki, İstanbul'un bu popüler kültür merkezine adımımı atıp konuşmacı sıfatıyla yerime oturduğumda, masanın üzerinde o tarihe kadar -adına ister jest, isterse de Allah rızası için deyin- bir bardak suyu hazır vaziyette bulduğum tek bir seans bile olmamıştı. Ne zaman davet edilsem, okurlarımla bir şeyler paylaşıp üç-beş kelam edeceğim diye çocukça bir coşkuyla ve koşa koşa gittiğim bu mekânda canından bezmiş görünümlü bir grup görevlinin ilgisiz tavırlarıyla karşılanır, önceki söyleşilerden dolayı üstü çöplük gibi bırakılmış konuşma masasını kendim temizler, tesisin tuvalet lavabosuna gidip (evet lavaboya, çünkü hiç bir görevli konuşmaya gelecek konuğuna karşı bu asgarî saygıyı gösterip önceden bir şişe kapalı suyu masaya bırakmazdı) yapacağım iki-iki buçuk saatlik konuşma öncesinde kendi bardağımı daima kendim doldururdum. Onlar açısından böyle bir ön hazırlık yapmaya hiç gerek yoktu; çünkü büyüklerinden de aynen bunu görmüş, bunu öğrenmişlerdi. Ne de olsa "arka bahçenin 'elde var bir' pozisyonundaki heyecanlı çocuğu" geliyordu konuşmaya…

Orada, zaman zaman masa örtüsünü çırptığımı ve kapıyı pencereyi açıp ortamı havalandırdığımı çok iyi hatırlarım. Konuşmacı ben ya da mensubu olduğum siyasal çevreden biri olunca, etkinliği halka duyurmak amacıyla basılmış posterleri giriş camlarına asmaya dahi gerek görmezdi bu kurumun görevlileri...

Çünkü, dediğim gibi, ne de olsa gelen kişi, ulusal piyasadaki değeri Ruanda bozuk parası kadar bile olmayan "bizlerden biri"ydi. Yani "İslâmî kesimin gazetecisi"…

Ne bir eksik, ne bir fazla, "mütedeyyin" organizatörümüzün "mütedeyyin" konuşmacılarını ağırlayış biçimi işte aynen böyleydi o günlerde…

Ancak, bendeniz bu aşağılayıcı manzara karşısında yine de hiç istifimi bozmaz, salonun atmosferini ağzım kuruduğunda elimin altında bir yudum su bulacak ve konuklarımı ağırlayacak kıvama getirince söyleşiyi başlatır, sinemanın kitleleri biçimlendirmedeki stratejik rolü üzerine ateşli konuşmalarımdan birini daha yapardım. O yıllarda kalbimde taşıdığım bütün iyi niyet, idealizm ve de çocuksu saflık eşliğinde…

Günlerden bir gün farklı bir hareket yaptım ve aynı salona bu kez konuşmacı olarak değil, dinleyici olarak gittim. Çünkü, o günkü programda yer alan söyleşinin konusu ve hatibi, beni meslekî açıdan bir hayli cezbetmişti. Gelecek kişi, Türk sinema eleştirmenliği dünyasının duayeni sayılan, pek çok sinemasever gibi benim de yazılarını uzun yıllar boyunca dikkatle takip ettiğim usta bir kalemdi. Tahmin edeceğiniz üzere, geleneksel olarak "sol" çevreye mensup bu ağabeyimiz, aynı salonda ve aynı masada oturarak, şimdi hatırlayamadığım bir konu başlığı çerçevesinde bizlere seslenecekti.

Her köşesini ezbere bildiğim kültür merkezine girip henüz boş olan dinleyici koltuklarından birine doğru ilerlerken, gözüm anlık bir refleksle "konuşmacı masası"na ilişiverdi.

Şaşırtıcı bir görüntü vardı masada… Katıldığım iki düzineye yakın söyleşiden dolayı gözlerimin pek âşina olduğu o solgun, lekelerle dolu masa örtüsü gitmiş, yerine gıcır gıcır bir örtü serilmişti. Dahası, üstüne temiz bir cam bardak, bir kül tablası, iki pet şişe su ve en önemlisi de güzel bir seramik vazo ile içine taze çiçekler konulduğunu fark ettim.

Manzaranın, o salona dinleyici olarak gelenler açısından herhangi bir sıradışılığı yoktu. Hattâ, benim standartlarıma göre, konuşma yapmaya gelecek bir konuğa gösterilmesi gereken asgari saygı açısından, masadaki ikram ve donanımın eksik bile olduğu söylenebilirdi.

Pek muhtemeldir ki, salonu dolduran sinemasever topluluğu içinde, o manzarayı gördüğünde, bundan dolayı kalbinde tarifi zor bir burukluk hisseden tek kişi de yine bendim. Çünkü, bu mekân ile aramda özel bir hukuk, farklı bir “mâzi” vardı. Ve tesadüfen tanığı olduğum böylesi bir “ayrıcalıklı muamele” karşısında da hafiften gururum kırılmıştı.

Adı büyük, şanı büyük “solcu” sinema eleştirmenimiz, o gün, kendisini dinlemek için salonu dolduran yüz dolayındaki insana rağmen, günü ve saati haftalar öncesinden belirlenmiş randevusuna ne yazık ki gelmedi. Neden gelmediğini bildiren bir telefon da açmadı. Oysa, ben aynı salonda o güne kadar konuşmacı olduğum hiç bir söyleşiyi kaçırmamıştım.

Yaklaşık bir saatlik beklemenin ardından, konuğun gelmeyeceği kesinleşince diğer dinleyicilerle birlikte yavaş yavaş ortamı terk ederken, dışarı çıkmadan önce masaya yöneldim ve vazonun içindeki taze çiçeklerden birini hatıra olarak aldım.

İlk anda, konukseverliğin gereği masum bir jest gibi görünen o çiçek, “İslâmcılar”ın ideolojik açıdan -sözde- mücadele ettikleri “solcular” karşısında, temelleri ta Tanzimat'a kadar uzanan kadim komplekslerinin; insanî, ahlâkî ve entelektüel zavallılıklarının trajik bir simgeydi çünkü…

Bugün de kendi ideolojik hemcinsleriyle çene çalarken ya da orada burada yazıp çizerken ne denli “ödünsüz mütedeyyin” oldukları konusunda laf salataları yapan; ancak, yönettikleri gazete, dergi, televizyon, radyo ve ajanslarda kalifiye eleman istihdam etmekten tutun, piyasaya sunacakları bir ürünün reklâm filmini yaptırmaya kadar, profesyonel çalışma hayatındaki her tercihlerinde “solcular”ı seçen, onları kendi insanlarından çok daha üstün ve de kaliteli olarak gören, bu kişilerle çalışmak için can atan ne kadar “mütedeyyin” yönetici var ise, onları her görüşümde mâlûm vazoyu ve çiçekleri hatırlarım.

Bana ve câmiadaki diğer pek çok meslektaşma hiç bir zaman lâyık görülmeyen o taze çiçekleri…

Hiç yorum yok: