4 Aralık 2007

Mustafa Akkad'ı Anma Gecesi ve Sonrası

Yeni Şafak Gazetesi Sinema Sayfası Editörü Değerli Ali Murat Güven Ağabeyin bir avuç yol arkadaşı ile gerçekleştirdiği Mustafa Akkad'ı anma gecesi geçtiğimiz günlerde yapıldı biliyorsunuz. Ben de blogumda anma gecesinden önce ve sonra olanlardan dilim döndüğünce bahsetmeye çalışmıştım.

Gece bitti geride kaldı. Ali Murat Güven'in gece ile ve bundan sonrası ile ilgili söyleyeceklerini merakla bekliyordum. Değerli görüşlerini 01 Aralık Cumartesi günü Yeni Şafak'taki köşesinde aktarmış. Kendisi ile ettiğim kısacık bir sohbette ; "Yazılarım yayınlandıktan sonra okurlarımındır" demiş ve dilediğim takdirde yazılarından alıntı yapabileceğimin icazetini vermişti.

Mevzubahis gece ile ilgili yazdığı yazıyı aynen bloguma alıyorum. Yeri geldikçe, canım sıkıldıkça dönüp dönüp okumayı düşünüyorum. Söz Ali Murat Ağabeyde...

Kişisel mücadeleler tarihçemde bir dönemin kapanış filmi: 'Akkad'ı Anma Gecesi'
25 Kasım 2007 Pazar akşamı, kendime, mensubu olduğum câmiaya ve okurlarıma karşı şimdiye kadar verdiğim en çetrefilli sözlerden birini daha tuttum ve bu olaya baş koymuş bir avuç yol arkadaşımla birlikte, “Şehâdetinin İkinci Yıldönümünde Mustafa Akkad'ı Anma Gecesi”ni alnımızın akıyla gerçekleştirdik.
Sizlere önce güzel ve olumlu gelişmelerden söz edeceğim…
Hayat, insana, ilk gençlik döneminin toylukları geride kaldıktan sonra, kendisini ve eylemlerini daha rasyonel bir gözle ele almayı öğretiyor. O yüzdendir ki “Herşey pek mükemmeldi” demiyorum bu anma gecesi için. Ancak, yaptığımız işe büyük bir gönül ferahlığı içinde 10 üzerinden 8 verebilecek durumdayım. Hamdolsun ki utanç verici bir sorun yaşanmadı; rahmetli Akkad'ın sanatçı vizyonu ve kalitesine uymayan derme çatma bir “çadır tiyatrosu” görünümü yoktu ortamda. Giriş kapısından sahnesine kadar, salonun her köşesindeki ambiansı özenle tasarlayıp kurmuştuk.
Buna karşılık, yine de bazı küçük sorunlar ortaya çıktı.
Gecenin organizasyonu sırasında el atma fırsatı bulamadığım sayılı konu başlıklarından biri olan “Arapça'dan Türkçe'ye ânında çeviri” hizmetinde yaşadığımız “çevirmen yetersizliği”, canlı yayın sırasında kalbimi sıkıştıran ciddi bir sorundu örneğin… O akşam orada bir kez daha öğrendim ki bir şeyin yolunda gitmesi için “Herşeye maydonoz olan pipirikli adam” kimliğine bürünmekten hiç çekinmeyip, inadına inadına “herşeye maydonoz olan pipirikli adam” kimliğine bürünmem gerekiyormuş. Hayat dediğimiz şey de bir tecrübeler dizisi değil midir zaten?
Sonra, sözgelimi, ikili ilişkilerinde hoyratlıklarıyla ünlenen kimi siyasî gruplara karşı lüzûmundan fazla sevgi dolu ve merhametli olmamayı da öğrendim o gece… Herkes kendilerinden vebalılardan kaçar gibi kaçarken her fırsatta samimiyetle desteklediğim, mücadelelerinde moral verdiğim, yayın organları için üstüste özel söyleşiler yaptığım, yerime yurduma dostça misafir ettiğim bir İslâmcı grubun temsilcileri, organizasyon komitesi başkanı sıfatıyla konuk ettiğim bir bayan yazarı, canlı yayına ara verildiği zaman diliminde bir köşede sıkıştırıp hakaret yağmuruna tutmuşlar. Ne yazık ki bu olaydan ancak dakikalar geçtikten sonra, o bayan yazar yanıma gelip de üzüntüden zangır zangır titrer bir durumda “etkinliği terk etmek istediğini” söylediğinde haberim oldu. Ve olanları duyunca bir anda dünyalar başıma yıkıldı.
Akkad'ın fotoğraflarından başka hiç kimsenin, kendi film şirketimin reklâm panosunu dahi duvarlara asmadığım bir toplantı salonunda, zor koşullarda yürüttükleri yayıncılık mücadelesine saygı duyduğum bu gruba, katılımları için sınırsız davetiyenin yanısıra, salondaki tek istisna olarak “stand açma” izni de vermiştim. Ki aslında bu benim gibi “ılıman çizgideki” biri için imaj açısından ciddi bir riskti. Ancak, imajımın birilerinin gözünde nereye doğru gittiğini zerrece umursamayan bir adam olarak, hiç çekincesizce verdim o izni. Yanında şu uyarıyı yapmayı da ihmal etmeden:
“Sevgili dostlarım; bu gece bütün meşrep ayrılıklarının topyekün rafa kaldırıldığı, Mustafa Akkad isminin çevresinde hepimizin birlikte ve elele olacağımız, her yönüyle kardeşçe bir organizasyona imza atıyoruz. Sakın ola, kürsüde ve lobide siyasal duruşunuza uymayan konuşmacılar ya da konuklar gördüğünüzde, toplantının ruhunu zedeleyecek türden fevrî tepkiler göstermeyin! Bir anma gecesinde böyle bir hareket hiçbirimize yakışmaz.”
Onlar ise bu dostça uyarıma, bizzat benim konuğum olan bir bayan yazarı milletin ortasında boza etmeye çalışarak karşılık verdiler. Bunun sonucunda da gönlümden -bir daha dönmemek üzere- silinip gittiler. Yolları açık olsun…
Bir de son dakikaya kadar geleceğini umduğumuz, fakat gelmeyenler vardı. Gelmeyenler ve gelmeyeceğini haber verme gereğini bile duymayanlar… Bu da bana canlı yayın trafiğinde oldukça zor anlar yaşatan bir durumdu.
Bir de tabiî, benim profesyonel bir sunucu olmamam da bir handikaptı. Deneyimli sunucular, beden dillerini bizim gibi sahneye uzak insanlara göre çok daha başarıyla kullanıyorlar. Ancak, sunuculuğu üstlenme yönündeki bu tercihimin altında, şahsımı yakından tanıyanların da iyi bildiği üzere “ekrana çıkıp şöhret olma” kaygısı falan yatmıyordu. Mustafa Akkad'ın hayatı ve filmlerinden bir çok özel ayrıntının aktarılması gereken bu uzun yayında, sırf “ekranda iyi resim veriyor” diye sinema konusunda çok da donanımlı olmayan bir sunucuya kürsüyü terk edemezdik. Çünkü, daha bundan bir kaç ay önce, hiç ilgili olmadığı bir konuda, sektörde ses getirmiş bir “kısa film” yarışmasının ödül töreninde, sunduğu o yarışmaya sık sık “festival” diyen, jüri üyelerinin adlarını yanlış telaffuz eden, bu nedenle de ön sıralardaki aynı jüri üyelerinden sonunda fırçayı yiyen “prezentabl” bir sunucu görüp epeyce bunalmıştım. “Çağrı”nın müziklerini hazırlayan ünlü Fransız besteci Maurice Jarre'ın adını (Okunuşu: Moris Câr) bir televizyonun canlı yayınında “Maurike Yarre” diye okuyan bir başkası da aynı şekilde ürkütmüştü beni. Bu gibi teknik nedenlerle, çok da haz etmediğim bir iş mecburen üzerime kalmış oldu.
Ancak, başta da belirttiğim gibi, töreni ertesi gün bant kaydından baştan sona dek izlediğimde, büyük ölçüde eli yüzü düzgün bir organizasyon kotarmış olduğumuzu gördüm ve mutlu oldum.
Nitekim, Suriye'nin Ankara Büyükelçiliği ve İstanbul Başkonsolosluğu'ndan törene katılan diplomatların salonu bizlere tek tek sarılarak, ağlamaklı bir yüz ifadesiyle terk etmeleri de mutluluğumuza mutluluk katan bir kapanış fotoğrafıydı. Önceki gün her iki diplomatik temsilcilikten gelen yazılı tebrik ve teşekkür mesajlarının yanısıra, Suriye Devlet Televizyonu yetkililerinin beni arayıp törenin video kayıtlarını -baştan sona dek tekrar yayımlamak üzere- istemeleri de hepimizde ayrı bir gurur kaynağı oluşturdu.
Sözün burasında, geçtiğimiz pazartesiden bu yana çeşitli basın-yayın organlarında törene ilişkin olarak yayımlanan haber ve yorumlarda yer aldığını gözlemlediğim “Salonda yeterince izleyici yoktu” türündeki ifadelere de açıklık getirmek isterim. Gerçi, bu ifadeleri kullanan bütün haberci ve yazar dostlarımız, onu bizlere değil, kamuoyuna yönelik bir eleştiri argümanı olarak kullandılar. Ancak, eleştiri, bütün iyi niyetine karşın yine de törendeki gerçek durumu yansıtmıyor.
“Mustafa Akkad'ı Anma Gecesi”ni düzenlediğimiz Bakırköy Cem Karaca Kültür Merkezi'nin toplam koltuk kapasitesi 460 kişiydi. Ve ben aynı salonda, törenin zirve noktasını oluşturan saat 20.30 sularında, dolu koltukları bire bir sayarak 400 dolayında katılımcı bulunduğunu hesapladım. Ki bu da son yıllarda orta büyüklükte bir konferans salonunda, içinde “Tarkan” ya da “Sezen Aksu” bulunmadan düzenlenen herhangi bir kültür etkinliğinde kaydedilmiş en yüksek katılım oranıydı. Nitekim bu durum salonun görevlileri tarafından da vurgulandı. Kaldı ki artık İstanbul'daki muhtelif kültür merkezlerinde İBB Kültür A.Ş. tarafından düzenlenen, tanıtım ve bütçe açısından bizimkine beş tur bindirecek durumdaki en iddialı etkinliklerde bile yüzde 50 doluluk oranı yakalanamıyor. Halkın genelinin böyle konulara ilgisi yok, böyle bir derdi de... Eskiden ilgisi olan mütedeyyin kişilerin de bu ilgileri süratle azalıyor. Şimdi artık gündemde “Müjde Ar'ın gazozunu kime açtırdığı” gibi konular var.
“Mustafa Akkad'ı Anma Gecesi”, iki ulusal televizyon kanalı tarafından naklen yayımlandı. Hilâl TV, toplam süresi 5 saate yaklaşan bu organizasyonu kesintisiz olarak verirken, TV Net, araya giren haber kuşakları nedeniyle yayını peyderpey aktardı. Ancak onlar da gece yarısı bir bütün olarak bantan tekrarladılar. Bunun yanısıra, Millî Gazete, Zaman, Vakit, Yeni Asya, Yeni Şafak, Karakutu.com, Sinemuslim.com, Kanal 24, El Cezire, Haber7.com, 8sutun.com ve Turuncu Dergisi de gecede gözüme çarpan kardeş basın-yayın kuruluşlarından bazılarıydı.
Emin olun ki eğer isteseydim, basın bültenine ekleyeceğim tek bir “tahrikkâr cümle” ile bütün haber müdürlerini “Gidin bakalım şu İslâmcıların sinema toplantısına, belki bir skandal çıkar da atlatma haber yaparız” düşüncesine sevkederek, majör kanalların ve yüksek tirajlı gazetelerin hepsini oraya silme yığardım. Liboş medyada çalışma tecrübesine sahip benim gibi biri için bu tip ayartıcı cümleleri bulmak gayet kolay. Onların hangi oltalara geldiklerini çok iyi bilirim. Ancak, bu gibi kuruluşların temsilcilerinin geceye katılımını özellikle istemedim. İslâmî câmiadan olmayan basın-yayın organlarının hiçbirine davetiye ya da faks mesajı gönderilmedi. Çünkü, bunların gelmelerinden bir dirhem bile fayda ummuyordum. Gelmemeleri, gelip de bizi germelerinden çok daha hayırlı olacaktı. Nitekim öyle de oldu. Bu tür konulara duyarlılığıyla bilinen El Cezire televizyonunun hafta içinde bütün bir İslâm âlemine ithafen yaptığı uzun ve ayrıntılı haber, bizim açımızdan yeterlidir.
Son olarak, süre yetip de kimi gerçek dâvâ adamlarına bu geceye verdikleri destekler nedeniyle kameralar önünde teşekkür edip birer hatıra plaketi sunma fırsatını bulabildiğim için çok sevinçliyim. Konuşmacılarımız ve diplomat konuklarımızın yanısıra, reklâm planlama uzmanı Kaya Kızılışık, grafik tasarım sanatçısı Mehmet Emin Öztürk, sinemuslim.com sitesinin kurucusu ve yöneticisi Osman Gazali Çakmak, işadamı Şükrü Şimşek, Yeni Şafak Genel Koordinatörü Nurullah Öztürk, TV Net Genel Yayın Yönetmeni Şenol Kazancı, TV Net Koordinatörü Metin Mutanoğlu, Hilâl TV Genel Yayın Yönetmeni Hakan Sarıhan ve Albayrak Holding İcrâ Kurulu Başkanı Mustafa Albayrak, destekleri nedeniyle şükranlarımızı sunduğumuz güzide isimlerden bir kaçıydı.
Sonuç itibarıyla, ben ve bir avuç gönül dostum açısından hem maddî hem de manevî külfetleriyle oldukça yıpratıcı olan, ancak namusumuz olarak gördüğümüz bir “taahhüt”ün altından genel bir başarıyla kalktığımıza inanıyorum.
Törenin video kayıtları şu anda elimde… Bu kasetleri yeniden kurgulayarak gereksiz duraklamalardan ve diğer bazı teknik sorunlardan arındıracağım. Akış kısalıp ideal bir süreye indiğinde de başta sinemuslim.com olmak üzere çeşitli dost sitelere yükleyeceğiz bu kaydı. Ve dileyen herkes rahatça izleyebilecek.
Dediğim gibi, söze öncelikle insanın içini ferahlatan, güzel gelişmelerden başladım.
Ancak, söyleyeceklerim henüz bitmedi.
Sizlere, bu genel yazı çerçevesinde, Anma Gecesi'ni düzenleme sürecinde yaşadığımız diğer pek çok olumsuzluğu çarşaf çarşaf ortaya sererek “kocakarı dedikodusu” yapmayacağım. O olumsuzlukların önemli bir kısmı benim yorgun belleğimde kalsın.
Fakat, bir gerçeğin de okurlarım tarafından çok iyi bilinmesini istiyorum doğrusu…
Bu türden her iyi niyetli girişimimde olduğu gibi, bunda da alabildiğine yalnız bırakıldım; kimilerinden gördüğüm çirkin muameleler karşısında kırıldım ve gücendim.
Böylesine düşmanca ve yoz bir “ilişkiler yumağı”nı artık ne hoş görebilecek, ne de taşıyabilecek bir durumdayım.
Şunu çok açık ve net bir dille ifade edeyim ki, câmiadaki -kendisine her fırsatta “erişilmez bilge” havası verip duran, hâl ve tavırlarından alabildiğine kibir akan- hikmetinden sual olunmaz bir sürü adam ve kadınının arasında “bizim mahallenin aşırı heyecanlı delikanlısı” hüviyetine doğru itelenmekten artık tek kelimeyle bıktım, usandım.
Bir “mahalle”, kokuşmuşluğundan, pörsümüşlüğünden, içine düştüğü derin ataletten samimiyetle sıyrılmak istiyorsa, o mahalledeki herkes “aşırı heyecanlı” olmak zorunda. Çünkü bu gibi “sinerji yaratma” çabaları, ancak ortak bir heyecan duyuluyorsa güzel ve anlamlı olabiliyor. Yoksa, ardınızdan gelmesini en çok umduğunuz 100 tane şanlı adam ve kadın davetinize zerrece itibar etmemişse, bu gibilerin hayattaki tek derdi TOKİ'nin villalarından birer dubleks ev edinmek ya da sağcı bir holdinge, metropollerdeki rantı bol belediyelerin muhtelif müdürlük koltuklarına kapağı atmak olmuşsa, ortada aynen böyle cascavlak kalıyorsunuz işte...
Son 48 saat içinde yaptığı yerinde ve dostça müdahale ile hızır gibi yetişip anma gecemizin gerçekleşmesini sağlayan gönlü zengin patronumuz: Mustafa Albayrak
Yeter artık… Harbiden yeter artık… Bu boyutta bir “kabuğuna çekilme”yi, “bireyselleşme”yi, “fesatlığı”, “kamplaşma”yı, “çeteleşme”yi ve “umarsızlığı” ben değil, bu saatten sonra feriştahı gelse değiştiremez. Sanmayın ki mesele sinema gibi spesifik bir konudur, Akkad'ın Suriyeli bir sinemacı olmasıdır. O törenin adı “Akkad'ı Anma Gecesi” değil, “Üstad Necip Fazıl'ı Anma Gecesi”, hattâ “Sahabeleri Anma Gecesi” olsa bile yine de hiç bir şey değişmeyecekti, buna adım kadar eminim. Son beş-on yıldır, adı ve anlamı çok daha yerel olan törenlerde de kaç “dindar”ın biraraya gelebildiğini ya da böylesi etkinlikler üzerine “dindar” olarak tanıdığımız kaç kalem erbabının köşesinde yüreklendirici yazılar yazma lütfunu sergilediğini yeterince gördük zaten…
O yüzden, bu fakirin pili buraya kadar sevgili kardeşlerim… Hiç kimse beni sakın ola bu saatten sonra, gidiş-dönüş yol paralarını cebimden ödeyerek katıldığım, izleyici sıralarında da topu topu 3-5 kişinin bulunduğu bedelsiz bir söyleşiye, konferansa ya da panele; kimsenin okumadığı dergilere destan gibi yazılar yazmaya, câmiadan bir tek sponsor dahi bulunamayan gariban kısa film yarışmalarının -bütün ikramı çay ve simitten ibaret- jüri üyeliklerine, toplam 300-500 kişinin izlediği militan televizyon programlarında saatlerce ateşli konuşmalar yapmaya davet etmesin. Hele de “teşekkür etme” erdeminden bütünüyle yoksun yetiştirilmiş, kendilerine doğru atılan her dostça adımı doğuştan kazanılmış hakları gibi gören kaba-saba, hırt İslâmcılar “Ağabey, falan filan konuda bize yardım et” diyerek kapımı hiç aşındırmasınlar.
Bilinsin ki asla gitmeyeceğim ve böylesine “suflî” görülen işler için kılımı dahi kıpırdatmayacağım.
Çoluk çocuğumun türlü zorluklar içinde temin ettiğim rızkını ve aslen onların hakkı olan çok değerli bir zamanı “dâvâ”, “mücadele”, “silkeleniş”, “uyanış” falan diyerek daha fazla sokağa atmamam gerekiyor. Kalan kısa ömrümü, benden bir parçacık daha sevgi bekleyen iki güzel ve masum kızımın saçlarını okşayıp onlarla beş dakika olsun fazla vakit geçirmeye harcamak, yapabileceğim en isabetli ve ahlâklı hareket olacaktır. Nasıl olsa, yüce devletimiz ve siyonistlerin uşağı olmuş kimi özel sektör kuruluşları bir kaç yıla kalmadan, (kullanmayı planladıkları) başörtüleri nedeniyle onlara acımasızca hakaret etmeye başlayacak. Bari bu vahşi “hakaret bombardımanı”ndan önce birazcık daha “baba şefkati” görsünler.
Benim gibi, “adanmışlığa” psikopatlık düzeyinde meyyâl bir adamı bile en sonunda bu hâle getirdiniz ya; helâl olsun size…

Yazının linki

Hiç yorum yok: